Kuş aramaya çıkmış kafes
“Bize kalmayacak dünya için bize kalacak günahlar biriktiriyoruz.” demiş Malcolm X. Bize kalmayacak dünya!

Nasıl da yitiriyor anlamını her şey. Bize bir şeyler kalmasından ziyade bizden bir şeyler kalsın diye beyhude çabalarla anlam katma çabası içinde boğulup gidiyoruz.
En derinde sakladıklarımıza dokunamayanlarla yatağımızı paylaşıp bir gün gelecek olanı bekleyip duruyoruz. İzlediğimiz filmlerden mi, okuduğumuz kitaplardan mı bilmem; bir yerlerde bizi bekleyen birileri olduğunu düşünüyoruz. Çünkü hayatın muhteşemliği tek başına çekilmiyor. İlla bir el olacak elimizi tutan. Bu yüzden belki de gülen bir çift göze, hafif bir tebessüme dünyaları veriyoruz kimi zaman. Hiç olmadı yüzü, gözü, elleri görünmeyen bir bedene tutulup kendi ellerimizle can giydiriyoruz üstüne. Burnundan nefes üfleyip ruh katıyoruz düşlerimizde. Alışkın olduğumuz zaman mevhumunun dışında bir süre birlikte oluyoruz hayallerimizde. O kadar alışıyoruz ki o hayale; ne ara kanımıza karıştığını anlamıyoruz bile. Zehir olup ciğerlerimize işlediğini parça parça avucumuza tükürürken fark ediyoruz. Bir gün bir yerlerde o bedene denk geldiğimizde “İşte o!” deyip kırk yıldır tanıyormuş gibi geçiveriyoruz karşısına. Durduk yere çağlayanlar gibi çağlıyoruz, enginlere sığmayıp taşıyoruz. Açılmaması gereken konuları açıp kıvılcım sandığımız ateşle yakıp kül ediyoruz ne varsa.
Hâlbuki ne gerek var? Susacaksın sonuna kadar işte. Dökmeyeceksin içini. Bir yandan Ahmet Kaya dinleyip gerekirse kafana sıkıp gideceksin ya da dağılacaksın kum gibi.
Benim çocukluğumda yeni yeni çıkmaya başlamıştı ekrana bakarak oynanan oyunlar. Bizde yoktu o oyun konsollarından. Komşunun çocuğuna giderdik, biraz da meraktan. O da hep kendi oynamak isterdi, bize bir türlü gelmezdi sıra. E normal; onun evi, onun kuralları. Kızdığımdan alıştırmadım kendimi atarilere, Amiga 500’lere. Ne Fifa oynamaktan hazzederim ne de Soliter. Oyun dediğin şey sokakta oynanırdı. Kuralları netti ve karşımızdakiler insandı. Öyle tam kazanacakken bir yazılım numarasıyla kaybetmeye mahkûm olmazdık. Yenildik mi yenilir, kazandık mı kazanırdık. Mızıkçıyı, sahtekârı ayıklardık hemen. Kimselere kaçırtmazdık oyunun zevkini. İştahla oynardık.
Yüz yüze oynanmayan oyunlardan kopukluğum yüzünden bir şeyleri kaçırmışım besbelli. Meğer ekranlara bakarak oynanan oyunlar geliştirmiş insanları. Şimdi bir numara çekecek ve bütün yaşadıklarımız hayal olacak diye korkar olmuşlar karşılarına geçip dosdoğru konuşanlardan. Doğrudan söylememek lazımmış meselâ bazı şeyleri. Bir süre beklemek gerekmiş. Çünkü güvenleri zedelenmiş insanların bir kere. Kim bilir kimler tarafından sakatlanan güvenin tamirine girişecek değiliz ama güven duymak için ne kadar olduğu belli olmayan bir zamanın geçmesi şart olmuş. Bir hata yapıp oyunu kuralına göre oynamazsan, doğrudan ortaya dökersen kendini; seni tanımaya çalışanların eline aleyhinde delil olarak kullanılabilir malzemeler veriyorsun. Konuşmama hakkını sonuna kadar kullanıyor böylece kulak verdiğini sandığın. Sen de kuş aramaya çıkmış kafes muamelesi görüyorsun. İçine kış rüzgârından başka bir şey girmiyor.