top of page

HEPİNİZİ BEN UYDURDUM

HEPİNİZİ BEN UYDURDUM

Belgelere bakacak olursak buralara çok uzak bir hastanenin doğumhanesinde alnımda bir bıçak yarasıyla dünyaya gelmişim. Tarihi ve saati kesin olarak yazıyor belgelerde. 3.100 gram 53 cm. Çocukluk fotoğraflarımda hep ağlamaklı bir yüz ifadesiyle bakıyorum. Sanırım daha birkaç senelikken biliyormuşum ne saçma bir yere geldiğimi. Sonradan unutmuşum besbelli, doğarken bildiklerimi.

Bazı düşüncelerimi hatırlıyorum. Kızardım eskiden İstanbul’da denize girdiklerini anlatan büyüklere. Denizi siz kirlettiniz derdim, cevap veremezlerdi. Bir de beni takip eden bir kameranın olduğuna inanırdım. Ne olursa kaydederdi kamera ve ben bir gün içindekileri izleyecektim.

Seksenlerin ortalarında gelecek ile ilgili en büyük beklentim 2000 yılının gelmesiydi. Çünkü o yıl 25 yaşında olacaktım. Tam bir yetişkin sayılacaktım. Kendimi herhangi bir yerde bir şeyler yaparken hayal etmezdim. Bir tek emelim vardı; o da kendimi büyümüş hissetmekti. Akıl erdiremediğim olayları büyüyünce anlayacağım garanti edilmişti, çoktan büyümüş olanlar tarafından. 2000 yılı gelip çattığında o heyecanla beklediğim geleceği yaşayamayacağımı yıllar önce idrak etmiş erişkin bir bireydim. 2000 yılı geldi geçti. Ve fakat büyümüş değilim çünkü hâlâ anlayamıyorum.

Yıllar yüzüme bir bir çentik atarken lanetlediğim senelerin sayısı da arttı. Mesela 2011; hatırlamak bile istemiyorum ama sanırım asla unutamayacağım. Kapanmayacak yaralar açan 2012 ve 2013’ü de es geçmeyeyim bu arada. İsa’nın ölümünün üzerinden geçen iki bin on yedinci yıldayız. Benim lanetli saydığım senelere bir yenisi eklendi geçen yıl. Bütün dünyanın nefret ettiği bir yıl oldu. “Olanlar oldu, yolumuza devam edelim.” dedikçe başka şeyler olup durdu.

Açıklayamadığım ilginç bir durum da var geçen senelerle ilgili. Kimi sohbetlerde anlatılan, içinde benim de olduğum hatıraların bir kısmını hatırlamıyorum. Bazı anılar unutulmuş bir rüya gibi buğulu. Dünyaya bu yaşımda, şimdi, şu an gelmişim gibi hissediyorum çoğunlukla. Anamla babam meselâ; o kadar uzaklar ki; sanki bir başka yaşamda birlikte olmuşuz gibi geliyor. Gittikçe silikleşiyor onlarla ilgili anılar, acıları tazeliğini korusa da. Eflatun’un idealar olarak tanımladığı paralel evrenlerde olmuş bitmiş olaylarmış gibi varlıkları ve yoklukları.

Bir çocukluğum oldu mu gerçekten? Yoksa zihnime yerleştirilmiş imajları mı çağırıyorum hatıra diye? Belgeler sonradan serpiştirilmiş olabilir mi çekmecelerime? Çevremdeki insanlar gerçek mi? Dünya gerçekten yuvarlak mı ki bu konuda dile getirmekten çekindiğim ciddi şüphelerim var. Zulüm, vahşet ve şiddetle örülmüş ‘Dünya’ denilen perdenin arkasında gerçekten bir huzur var mı? Bizi izleyen birileri var mı? Bizim bakıp ağladığımız, üzüldüğümüz fotoğraflardaki bedenlerin ceset olduğu anı sinemada izler gibi izleyip müdahale etmeyi aklının ucundan bile geçirmeden dinlenmeye çekilen biri var mı hakikaten? Bu soruların tamamının tek bir cevabı var; “Bilmiyorum!”

Yirmi beş seneyi aşkın bir süredir gerçeği arıyorum. Saf, değiştirilemez gerçeği. Ben aramaya devam ederken günler kayıp gidiyor avuçlarımın içinde. Gerçeğe ulaşamamak bir yana daha da kötüsü kimi görüntülere maruz kalıyorum. Birkaç saniye içerisinde yalan olan hayatlara şahit oluyoruz hep birlikte. Televizyon izlemeyi, gazeteyi okumayı bıraktım bu acılardan kaçabilmek için. Yine de her şeyden haberim var; sosyal medya canıma okumaya devam ediyor. Akılla izah edilemeyecek olayların mağdurları adına mutlu olacağım neredeyse. Ölümün onlara gizemli bir hediye gibi bahşedildiğini düşünmeye başladım. Kurtuldular daha da kötülerini görmekten. Hani ‘iyiler çok yaşamaz’ derler ya; biz o kurbanlar kadar iyi değiliz demek ki.

Şimdilerde olanların üzerime çektiği karanlık anlayışımı daha da kıtlaştırıyor. Geçmiş olarak nitelendirdiğim yaşam deneyimi eski masallar kadar yalan. Gerçek olamayacak kadar saçma çünkü. Belki de o yüzden unutuyorum bazı şeyleri. Yaşadığımı hissetmek, canlı olduğumu kendime ispatlamak için kimi girişimlerde bulunuyorum beceriksizce. Sevmeyi denedim meselâ birkaç kez. Vazgeçtim sonra. Çünkü böyle karşılıklı falan olunca rahat edemiyorum. İlla bir imkânsızlık olmalı işin içinde. Olacak gibiyse bile kendi ellerimle baltalarım, engellerim. Dizi erken final yapmak zorunda kalmasın diye sevme densizliğinin karşısına umursamazlığı dikmeyi tercih eden senaristler kadar başarılıyım bu konuda.

Sonuçta belgelere göre geçirdiğimi varsaydığım 42 yılın içinde gördüm ki; ‘İnsan’ kendisine bahşedilen ismini hak etmiyor. Ne yöne gideceğini şaşırmış gibi görünen böcekler bile daha insancıl bu saçma dünyada. Savaşmadan yürütüyorlar gemilerini. Var olanın onlara yettiğini biliyorlar. Olmuş olan ama benim hatırlamadığım olayları referans aldığımda hepinizi uydurduğumu düşünüyorum. Bu kadar karışıklığı ancak ben yaratabilirdim bu beceriksizlikle. Belgelere göre var gibi görünüyorum ama gerçekten var mıyım? İşte o bir muamma. Kendimi de uydurmuşum belli ki. Umarım öyledir. Eğer bütün bu olanlar gerçekse; ayvayı yedik demektir. Nasıl bir geleceğin onları beklediğini bilmeden ürettiğimiz çocuklarımızın sorularıyla yüzleşmeye hazırlanmalıyız. Uzak olmayan bir gelecekte onlara, dünyanın deliliğine neden “Dur!” demediğimizi anlatmak zorunda kalacağız. “Savaşlardan, hastalıklardan ve terörden korktuk.” dersek kınayan bakışlarını üzerimizden çekerler mi? İster istemez Reader filmindeki bir replik geliyor aklıma. Şapkamızı önümüze koyalım ve düşünelim bir an için. Ya bize; “Olanları gözlerinizle izleyip, kulaklarınızla duyduğunuz halde intihar etmeden yaşamaya nasıl devam edebildiniz?” diye sorarlarsa.

43 görüntüleme0 yorum

Son Paylaşımlar

Hepsini Gör

RUH TEMASI

bottom of page